14 Aralık 2011 Çarşamba

Apollon Bilicilik Merkezleri


Apollon'un esinlediği ön görme yetisiyle insanlar kadın yada erkek "mantis" yani bilici, kahin olur. Bu yeti bilicilik merkezlerinin doğmasına ve bu merkezlerin zenginleşmesine neden olmuştur. Delos övgüsünde Leto bu kurak ve kayalık adacığa parlak bir gelecek müjdeler:

Senin olursa okçu tanrı Apollon'un tapınağı
Görürsün insanlar yüzlük kurbanlarla nasıl buraya gelir
Nasıl toplanır insanlar burada ve dumanlar tüter
Yanan yağlı etlerden hiç durmadan
Madem senin bu toprağında hiç bereket yok
Sen de beslenir semirirsin başka elden

Bir tanrıçanın ağzından dile gelen bu modern turizm anlayışı Yunanistan'da çok tutulmuş olup Delphoi bu politikayı benimsemiştir. Böylece bilicilik merkezleri göz kamaştırıcı bir zenginlik toplamışlardır. Ancak en eski bilicilik merkezileri Anadolu'da görülür. Boğazlardan başlayarak tüm Ege ve Akdeniz kıyılarında pek çok bilicilik merkezleri vardı. Bunların çoğunun izi silinmiştir. Bunların içinde izleri hala ayakta kalan ve hayranlık uyandıran Didyma vardır.


Troya'nın yanıbaşında Thymbra'lı Apollon tapınağı vardır ki orada tanrı Kassandra ile Helenos'a esinlemiştir biliciliği. Daha sonra Khrysei, Killa, Zeleia vardır yerleri tam olarak bilinmeyen bu yerleri Gryneion, Erythrai, Klaros ve Didyma izler. Tanrının doğum yeri olan Patara ve tüm Ksanthos vadisine yayılmış bazı merkezler ile pek çok Lykia kenti bilicilik merkezi olarak anılır.

Erythrai bilicisi Sibylla adıyla tüm dünyaya ün salmıştır. Bu kentten yola çıkan kolonciler Roma'ya kadar taşımışlardır Sibylla'yı. 


Pythia rahibesi

Yunanistan'da Delphoi merkezinin kuruluş efsanesi şöyledir: Apollon doğar doğmaz başının üstünden kuğu kuşları uçmaya başlamış tanrı Zeus da oğluna kuğuların çektiği bir araba, başına bir altın külah ve eline de bir rebap vermiş gidip Yunanistan'da bir tapınak kurmasını buyurmuştur. Ama kuğular onu Hyperbore'liler ülkesine uçurmuşlar orada bayram, şenlik içinde yaşamış ve sonra Yunanistan'a gelmiş. Önce Boiotio'da Telphusa pınarının yanıbaşına kurmak istemiş tapınağını periden izin almayınca Korinthos körfezinin kuzeyinde Parnassos dağının eteğinde yer yer ormanlarla örtülü yemyeşil bir ovaya inmiş. Burada tanrıça Themis'e adanmış bir sunak varmış. Tanrıça o sunakta kehanetini verirmiş. Ne varki o bölgeyi bir ejdarha kasıp kavurmaktaymış Python denilen bu canavar tüm ekinleri yok etmekteymiş. Efsaneye bu canavarı Hera musallat etmiş o bölgeye. Apollon Python'u öldürmüş ve öldürdüğü yere bilicilik merkezini kurmuş. Delphoi tapınağında dünyanın göbeğin (omphalos) sayılan bir çukurun üstüne bir üç ayak üstüne oturan bilici kadın Pythia oradan soluduğu gazların tesrinde kalarak fal vermeye başlar ve böylece en ünlü bilicilik merkezi olur.

1 Aralık 2011 Perşembe

Apollo 1: NASA'nın En İğrenç Sırrı

Ocak 1986... Tüm Dünya korkuyla "Challenger" mekiğinin 7 kişilik mürettebatıyla birlikte patlayarak yok oluşunu izledi. Bu felaketin ardında karanlık politik oyunlar, maddi çıkarlar vardı ve Amerika Uzay Kuruluşu NASA'nın itibarını ciddi bir biçimde zedelemişti. Ama bu NASA'nın kayıtlarına giren tek talihsiz olay değildi. 1967 yılında Cape Canaveral'da yaşanan bir başka felaket kamuoyunun inancını sarsmış ve Apollo'nun aya iniş projesini iptal edilme noktasına getirmişti.

Apollo projeleri yalnızca Soğuk Savaş'la ilgili değildi. Bu roketlerin varlığı milyarlarca dolarlık verginin uzay araştırmaları için harcanmış olduğunun ve dünyadaki en güçlü askeri-sanayi kuruluşları arasındaki acımasız rekabetin de göstergesiydi. Apollo'nun bazı büyük başarılarının ardında bile parasal çürümenin doğurduğu gizli anlaşmalar vardı. İşte bu yasadışı oyunlardan bir tanesi de üç astronotun yaşamına mal olmuştu.

Herşey NASA'nın parasının peşinde olan uzay aracı şirketleri arasında planlanmış ihale savaşı ile başladı. 1963'te "North American Aviation" şirketi Satürn ay roketinin yapımının ikinci aşamasını yürütüyordu. 3 milyar dolarlık bu proje NASA için bir prestij işiydi. Ne var ki şirket daha çok para istiyordu. Bu nedenle Satürn'ün tepesine konacak kapsülü yapmak için de başka bir teklif verdi.

Üst düzey NASA yetkilileri şirketin Satürn üzerinde çok fazla çalıştıklarını  öne sürerek şirketi geri çevirdiler. Onlara daha çok iş vermenin programdan pay almak isteyen diğer şirketlere haksızlık olacağını belirttiler. Apollo sözleşmesi rakip firma "Martin Marietta" ile yapıldı. NASA mühendisleri söz konusu iş için en iyisinin bu şirket olduğunu düşünüyorlardı ama NASA başkanı James Webb bu kararı reddetti ve Apollo işin North America şirketine verdi. Şirket şimdi 7 milyar dolarlık bir sözleşme yapmıştı. Bu miktar toplam Apollo-Satürn donanım masrafının yarısına, Apollo programına harcanacak paranın da üçte birine eşitti.

1964'ten sonra North American, Apollo projesini geliştirirken sorunla karşılaştı. Yönetimin kesinlikle yetersiz olduğu söyleniyor ve şirketin mühendisleri sürekli olarak yapım kalitesi hakkında tartışıyorlardı. NASA, dünyaya Apollo'nun yapımının çok iyi gittiğini ve astronotların bir an önce onu uçurmak için sabırsızlandıklarını duyururken, astronotlar  tam tersine örnek kapsül tasarımının çok kötü olduğunu vurguluyorlardı.

Hatta onlardan biri olan Gus Grissom kapsül ile ilgili olarak "İşe yaramaz bir alet" yorumunu yapmıştı.


26 Ocak 1967 tarihinde Grissom ve kabin arkadaşları Ed White ve Roger Chaffee Satürn'ün yarısı kadar olan bir versiyonun  üzerine tırmandılar. Bunun rutin bir deneme işlemi olması gerekiyordu. Tüm sistemler çalışırken fırlatma için geri sayım yapılacak ama motorlar ateşlenmeyecekti.

Astronot Chaffee kapsüle tırmanırken içersinin ekşimiş süt koktuğunu hissetmişti. Sonra radyo sistemi bozuldu. Bunu üzerine Grissom "Daha yerdeyken bağlantı kurulamıyorsa uçuş ekibiyle uzaydayken nasıl haberleşeceğiz?" diye bağırdı. Teknisyenler Apollo'nun ağır kapısını kapatıp astronotları içeri kilitlerken ortam oldukça gerilmişti.

Akşam saat 6.30'daki teste 5 saat kala Chaffee'nin cızırtılı sesi kapsülün içinde bir yangın çıktığını bildirmişti. Birkaç saniye sonra muhtemelen White'ın sesi "Hey biz burada yanıyoruz" diye bağırdı bundan sonra kaygı verici bir sessizlik oldu.


Aniden kapsülün kenarı çatlayarak açıldı. Rokete ulaşımı sağlayan seyyar servis kulesinin üst kısmı duman ve alev içinde kaldı. Fırlatma kulesinin üzerinde bulunan fırlatma yer ekibi kapsüle ulaşmak için büyük çaba harcadı. Ancak dumandan geçilmiyordu ve sıcaklık dayanılmaz derecedeydi. Kapsül kolay çıkışa imkan vercek şekilde yapılmamıştı. Ekibin kapıyı dışarıdan açması tam 4 dakika sürdü. Ne var ki astronotların hepsi ölmüştü.


Tam o sırada North America Şirketi üst düzey yöneticileri NASA Başkanı ile yemek yiyiorlardı. Üstelik konuşulan konu Apollo'yu zamanında bitirdiklerinde alacakları ikramiyeydi. Aniden yanlarına gelen haberci konuşmayı böldü ve Nasa Başkanına kötü haberi verdi.


Sonraki bir kaç ay NASA teknik bir araştırma yürüttü. Araştırmacılar pek çok yangın riskinin gözardı edildiğini ortaya çıkardılar. Apollo'nun kabini saf oksijenle doldurulmuş olmasına rağmen kimsenin aklına bir patlama ihtimali gelmemişti. Özel eşyaların konulacağı bölümler kolay alev alabilir maddelerden yapılmıştı. Koltuklarda yanabilir kumaş ile döşenmişti.Yerde ise plastik paspaslar vardı bunlar adeta bomba etkisi yaratmıştı.




Açıkça ortaydı ki NASA tehlikeleri önemsememişti. Peki yangını başlatan şey neydi? İşte bunun sorumlusu North American'dı. Apollo'nun içinde bilgisayarları diğer cihazları ve çevre kontrol sistemlerini birbirine bağlayan yüzlerce kilometrekarelik elektrik teli vardı. Dikkatsiz fabrika mühendisleri bunları birbirine paralel kümeler halinde yerleştireceklerine karmakarışık bir şekilde ortalığa saçmışlardı. Tellerden bazıları yıpranmıştı. Rokete güç verildiğinde eriyen izolasyon, kabinin içinin kötü kokmasına neden olmuştu. Astronot Chaffee'nin şikayet ettiği koku gelen felaketin ilk sinyaliydi.


Sonunda bir kıvılcım çaktı. Washington'daki politikacılar NASA'nın North American'la olan ilişkisini kendileri araştırdı. Ortaya çıkan sonuç bazı çevrelere çıkar sağlayan gizli bir anlaşmaydı.


Araştırmanın ilk durağı madeni para ile çalışan otomatlardı. Farklı fabrikalardaki 40.000 North American çalışanı kahve ve yiyeceklerini Serv-U şirketinin makinalarından alıyordu. Serv-U'nun sahibi Fred Black ticaret lobilerini adamıydı. Uzay yarışındaki masrafların karşılanmasına perde arkasından destek veriyordu. Black'in en önemli müşterilerinden biri de North American'dı. Politikacıları ikna ederek NASA'nın anlaşmalarını North American'la yapmasını sağlamıştı.


Black büyük bir petrol ve nükleer yakıt şirketinin sahibi olan Senatör Robert Kerr ile yakın temastaydı. 1963 yılında Black, NASA'nın Apollo'yu gerçekten Martin Marietta'ya vermek istediğin anlamış ve hemen Kerr'e telefon etmişti. Sonuç: North American Kerr'in eyaleti Oklahoma'da bir roket fabrikası kurmuştu. Yerel işlerdeki artış Kerr'in bir sonraki seçimlerde senatör seçiminde daha çok oy almasını sağlayacaktı. Bu sırada Black Oklahoma'daki "Fidelity Bankası"ndan çok uygun şartlarda, teminatsız yarım milyon dolarlık kredi almıştı. Bankanın sahibi Senatör Kerr'di. Zincirin son halkası ise NASA'ya 1961 yılında üst düzey yönetici olan James Webb, Oklahoma'da Kerr'in şirketinde müdürdü. Kerr onu NASA'nın başına bir takım politik oyunlarla getirmişti ve şimdi kendisine bir iyilik yapmasını istiyordu. Bu da Apollo projesinin North American'a verilmesiydi.


1964 yılında FBI araştırmacıları Fred Black'in peşine düştüler. Onun Kerr - Mcgee şirketi ile olan telefon konuşmasını kaydettiler. Konuşma Apollo kontratının gizli ve çıkara dayalı bir anlaşma olduğunu kanıtlıyordu.


Fred Black, North American'dan kovuldu ve anlaşma maddelerine uymadığı için şirket tarafından mahkemeye verildi. Mahkemede hakim "Black şirketi tarafından günah keçisi ilan edildi" dedi.


Webb tüm eleştirileri mümkün olduğunca kendine çekerek NASA personelini korumaya çalıştı. Politikacılar sert eleştirilerde bulundular. North American fabrikası üzerine hazırlanan raporda şirketin standartların çok altında kaldıkları belirtildi.


Daha sonra mahkemede Webb 1965 yılında hazırlanmış olan raporu görmediğini söyledi. North America anlaşmayı yasadışı yol ile elde etmişti. Aslında işi yapacak kapasitede değillerdi.


Webb hatasını kapatmaya çalışıyordu, North American'a kendilerine çeki düzen vermezlerse anlaşmanın tamamını iptal edeceğini söyledi. Aslında bu büyük bir kumardı. Fişi çekseydi belki hiç bir zaman Apollo aya gidemeyecekti. Başkan Kennedy'nin koyduğu o meşhur tarih 60'ların sonunda bitiyordu. Şirket mesajı aldı ve kapsülleri güvenli hale getirdiler ve Apollo'lar büyük bir başarı kazandı nihayet 1969 yılında aya ayak basıldı. Webb bu olaydan altı ay önce sessizce istifa etti.


Olan hiç bir suçu olmayan astronotlara oldu güvenliklerini hiçe sayıp, sadece birilerinin para kazanma hırsının kurbanı oldular.

27 Ekim 2011 Perşembe

Cadılar III



Cadı avlama sistemi alabildiğince ustaca düzenlenmiş, alabildiğince acımasız ve inatçıydı... Cadı avlama sisteminin ortaya koyduğu başlıca sonuç, yoksul kesimin inançlarıydı. Yoksullar sonunda Prenslerin ve Papa'nın kurbanı değil cadıların ve şeytanın kurbanı olduğuna inanmışlardı. Çatısı akan, buzağası hastalanan, şarabı bozulan, bebeği ölen köylü bu felaketlerin nedeninin sorumlusu olarak cadıya dönüştüğüne inandığı bir komşusunu görmeye başlamıştı. Ekmeğin fiyatının yükselmesinin, vergilerin artmasının, ücretlerin düşmesinin, işlerin azalmasının başlıca nedeni cadılardı... Her köy yada kasaba halkının üçte birini vebadan ölmesinin sorumlusu da cadılardı. Oysa bu hayali düşmana karşı Kilise ve Devlet bir kampanya hazırlıyordu. Devlet güçleri, belayı defetmek için sonsuz bir çaba harcıyordu. Bu nedenle gerek yoksullar gerek zenginler devlete ve Papa'ya karşı minnet duymalıydılar.

Bu çılgınlık son dönem Ortaçağ toplumunun yaşadığı bunalımın sorumluluğunu Kilise ve devletin üzerinden almış bunu imgesel Şeytan'a yüklemişti. Yoksullaşmış sefil kitleler artık kokuşmuş rahipler ve aç gözlü soyluların yerine şeytan suçlanıyordu. Kilise ve devlet bu şekilde temize çıkmış olmakla kalmıyor bir de vazgeçilmez hale geliyordu. Öte yandan cadı çılgınlığı toplumun gizli kalmış bütün protesto enerjisini dağıtmış ve parçalamıştı. Herkesi kuşkuyla doldurmuş, komşuyu komşuya düşman etmiş, güvensizliği arttırmış, korku yaratmış ve onları yönetici sınıflara bağımlı yapmıştı. Böyle yapmakla yoksulları; dinsel ve siyasal düzenle serveti yeniden dağıtma ve sınıfları eşitleme istemlerinden uzaklamıştır.

Büyücülük ve cadılık genellikle kadınlara atfedilen bir suçlamaydı... Ünlü Alman Engizisyon hakimleri Sprenger ve Instiforis birlikte kaleme aldıkları "Malleus Maleficarum" adlı eserleriyle kadın kelimesininin Latince kökeni olan "foemina" kelimesinin az inançlı olan "fede" ve "minor" kelimelerinden türediğini iddia ediyorlardı. Ancak seks ve yapı açısından şeytana daha yakın olan kadınların yanında aynı suçlardan erkeklerde cezalandırımıştır. Nitekim bazı ülkelerde yakılan büyücülerin yüzde  25'ini erkekler oluşturuyordu. Ancak yine de bu suçlamaların temel hedefi kadınlardı. Erkeğe oranla daha zayıf ve daha lükse düşkün yaratıklar oldukları öne sürülen kadınların şeytan tarafından daha kolay aldatıldıklarına inanılıyordu. Öte yandan kırsal kesimde mutfak, sağlık ve çocuk bakımı gibi işlerle daha yoğun biçimde kadınların ilgilenmelerini büyücülüğe bu türün daha yakın olduğu inancını pekiştiriyordu.


Amerikalı araştırmacı Brian Lewack bir başka noktaya dikkat çekiyor. Büyücülükle suçlanan kadınların çoğu 50 yaşın üstündeki kadınlardı. Bu özellik iki şekilde açıklanıyor: Bu yaşlı kadınlar zaman içinde çeşitli otların ve bitkilerin etkisini tanıdıkları için bazı bileşimleri gerçekleştirmeye çalışmışlardı. İkinci neden de yaşlı kadınların gençlere oranla daha egzantirik davranışlarının olması. Büyücülükle suçlanan kadınların bir başka özelliği de dul olmaları ki aslında bu gayet doğal bir durum, yıllar boyu süren savaşlar ve salgın hastalıklar nedeniyle çok sayıda kadın dul kalmıştı ve bunlar ekmeklerini taştan çıkarmak için yoğun bir çaba içine girmişti.

16. ve 17. yüzyıla gelindiğinde cadı avının neden kesildiği hala tartışılmakta. Bu değişiklikte insan mantığındaki önemli gelişmelerin büyük rol oynadığı kesin. 16. yüzyıldan itibaren pek çok filozof, bilim ve din adamı, cadıların ve büyücülerin varlığının ciddi ciddi tartışmaya açmıştı. Bu görüşlerin o tarihlerde Avrupa'da yükselen sınıf olan burjuvazinin görüşlerine denk düşmesi, gidererek kitleleri dogmalar yerine rasyonel düşünceye itiyordu.

Nitekim dogmalar yerine her uygulamadan kuşkulanılması ve doğru olup olmadığının tartışılması ilkesini getiren Descartes'çı düşüncenin o tarihlerde topluma egemen olması da boşuna değildi. Öte yandan Kopernik, Kepler ve Newton'un buluşlarıyla insanlar doğa üstü güçlerden ve onların etkilerinden uzaklaşmaya başladılar.

Ne var ki cadı avı döneminin kapanmasında hukuk reformlarının da çok büyük bir payı olduğunu savunan Amerikalı araştırmacı Brian Lewack'a göre fiziki işkencelerin tüm gelişmiş Avrupa ülkelerinde yasaklanmasından sonra büyücü suçlamalarının ve büyücülük itiraflarının sayıca müthiş bir düşüş gösterdiği bir gerçek...


Cadılar Bayramınız Kutlu Olsun :)

SON

5 Ekim 2011 Çarşamba

Cadılar II


Toplumu bir cadı çılgınlığı sardı ve ilk kez toplu katliamlara tanık olundu. Dönemin ünlü matemetikçisi Stoffler, 1524 yılında en üst noktaya varan cadı çılgınlığını, o günlerdeki ekonomik ve sosyal krize ve insanlık tarihinin en büyük veba salgınına bağlıyor. "Bütün bu rahatsızlıkları gizlemek için toplumda büyük bir korku yaratılmalıydı. Bunun için de cadılar hedef seçildi" diyor.

Oysa cadı avlama sisteminin örnekleri daha 13. yüzyılda atılmış ama bu cadılara karşı savaşın bir parçası olarak yapılmamıştı. Kilise işkencenin ilk önce cadılar üzerinde değil tam tersine Avrupa 'da birden bire ortaya çıkan ve Roma'nın onda birlik aşar vergisi ve kutsal ayinler üzerinde kurduğu tekeli kırma tehdidinde bulunan yasadışı dini örgütlerin üzerinde kullanılmasına izin vermişti.

Örneğin 13. yüzyılda Cathary diye adlandırılan Fransa'nın güneyinde Albigensialılar, kendi din adamlarıyla bağımsız bir dini birlik haline gelmişlerdi. Papa, Güney Fransa'yı hıristiyanlık adına elde tutmak için bir kutsal sefer ilan etmek zorunda kalmış ve Albigensialıları imha etmişti. Onların peşinden ortaya çıkan Waldensee ve Vaudoi gibi başka sapkın mezhepleri de ortadan kaldırmak için adım adım ilerleyen kilise sonunda Engizisyon Mahkemelerini kurdu.

 Papa VI Alexander

Faaliyetlerini sürdürmek için yeraltına çekilen mezheplerin karşısında Engizisyon Mahkemeleri'nin yetersiz kaldığını gören Papa VI Alexander 13. yüzyılın ortalarında sapkınları itirafa ve suç ortaklarını açıklamaya zorlamak için bu askeri nitelikli mahkemelere işkence yapma yetkisi verdi. Yine o tarihlerde Avrupa'da din savaşlarından, prens kavgalarından geçilmiyordu. Sadece Almanya'da 400 prens acımasızca birbiriyle savaşa tutuşmuştu. Bu prenslerin paralı askerleri geçtikleri köyleri yağmalıyor, halkın tüm iaşesini çalıyorlardı. Tüm Avrupa'nın kırsal kesiminde büyük bir açlık baş göstermişti. Bu duruma isyan eden köylüler, prenselerin himayesindeki din adamları tarafından büyücülük ve cadılıkla suçlanıyorlardı.

Sapkın tarikatların işkenceden geçtiği sırada cadılar hala Canon Episcopi'nin koruyucu hükümlerinden hala yararlanıyorlardı. Cadılık bir suçtu ama sapkınlık değildi; çünkü sabbat simgesel bir uydurmaydı. Ne var ki Papa'nın Engizisyon sorgucuları cadılık konusunda yargı yetkileri olmayışından kaygılıydılar. Onlara göre cadılık artık Canon Episcopi'nin uygulandığı dönemden farklıydı; yeni bir çok tehlikeli türü gelişmişti. Öyle ki sabbatlara uçabiliyorlardı. Eğer cadılar işkenceden geçirilebilirse onların itiraflarından çok büyük bir suikast örgütü ortaya çıkabilirdi.

Papa VIII Innocent

Bütün bu savlara karşı sonunda Roma boyun eğdi ve Papa VIII Innocent 1484 yılında yayınladığı bir kararname ile Almanya'nın her yanındaki cadıların kökünü kazımak için Engizisyoncu Heinrich Cramer ve Jacop Sprenger'e Engizsiyon'un tüm yetkilerini verdi. Bu ikili daha sonra cadı avcılarını el kitabı olarak kullanılan "Cadı Tokmağı - Malleus Maleficarum" adlı yapıtlarında sundukları kanıtlarla Papa'yı ikna etmişlerdi.


Büyücülük suçlaması Prostestan hareketiyle birlikte ayyuka çıktı. Bu konuda toplumsal çılgınlığın ve hoşgörüsüzlüğün hangi noktaya geldiğini anlamak için 1500'lerin ilk yarısıyla ikinci yarısında aynı suçlara verilen cezalara bir göz atmak yeterli...

1500'li yılların başında "sağlık nedeniyle büyü yapan kişiye" bir yıl hapis cezası veriliyordu. Ama 50 yıl sonra aynı suçun cezası ölüm olmuştu.

Yine 1500'lerin başında "büyü yapmak için ceset çalmak" suç olarak kabul edilmezken, 1563 yılında aynı işi yapan kişiler "ruhunu şeytana satanlar olarak diri diri yakılmışlardı.


Devam edecek...







21 Eylül 2011 Çarşamba

Cadılar I


Bazılarına göre varlıklarını hala sürdürüyorlar. Nitekim 1981 yılında Meksika'da bir kadın halk tarafından taşlanarak öldürüldü. Nedeni; kadının şeytan ile ilişkiye girip, Ağca'yı Papa'ya suikast yapması için kışkırtmasıydı. 1976 yılında da, Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden biri olan Almanya'da Elizabeth Hahn isimli bir yaşlı kadın, birlikte yaşadığı köpeği ile şeytana hizmet ettiğini söyleyen köylüler tarafından diri diri yakıldı. Bundan bir yıl sonra da benzer bir olay Fransa'nın Alecon kasabasında yaşanmıştı. Bugün psikologlar ve sosyologlar yeniden büyü ve cadı konusuna eğiliyorlar. Bir grup fanatik ise tıpkı geçmişte olduğu gibi yeniden cadı avına hazırlanıyorlar.

Toplumsal cadı avı histerisi, tarihe baktığımız zaman iki dönemde ön plan çıkıyor: İsa'dan sonra 3. ve 4. yüzyıl ile 15. ve 17. yüzyıl arası... Birinci dönem, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğun tarafından resmi din olarak kabul edildiği günlere denk düşüyor. O tarihte yükselmeye başlayan kilise her türlü pagan düşünceyi "şeytan" ile iş birliği olarak nitelendiriyor ve paganizmin tüm ritüellerini "cadılık" olarak suçluyordu.

Aslında Hıristiyanlığın etkin bir din haline gelmesine kadar gerek Yunanlılar gerek Romalılar için dünyanın iki kategori içinde algılanması diye bir şey söz konusu değildi. Bu iki kategori "iyilik" ve "kötülük"tü. Oysa Yunanlıların ve Romalıların bir çok tanrısı vardı ve bunlar genellikle "acımasız" ve "yardımsever" olarak ikiye ayrılırlardı. Hıristiyanlık ile bütün bu sistem alt üst oluyordu. Şimdi tek bir tanrı söz konusuydu; ona ilişkin herşey "iyi"ydi, onun dışında kalan herşey de "şeytan" ile özdeşleşiyordu.

Önceleri kentlerde güçlenen kilise giderek ağırlığını kırsal kesimde de hissetirmeye başlamıştı. Oysa, toprakla yakın temasta olan köylüler hala mevsimlere göre bazı bereket sembollerine olan inançlarını koruyorlardı. Bu bağlamda Latince kır boyunca anlamına gelen "pagus" kelimesinden türeyen pagan kültürünü kolay kolay terk etmiyorlardı. İşte bu nedenle cadılık esas olarak kırsal kesimde çıkan bir hareket oldu ve çoğu zaman da kırsal kesimle sınırlı kaldı. Nitekim ilk kez M.S. 589 yılında kullanılan "cadı" kelimesi de köylü anlamına geliyordu.

O yüzyıllarda kilisenin cadılara karşı tavrı o kadar sert değildi. Kırsal kesimdeki geleneksel ayinlere göz yumuluyordu, belli bir hoşgörü gösteriliyordu. Aslında bunun nedeni önceleri köylü kesimiyle açık bir çatışmayı göze alamayan kilisenin olaydan uzak durmayı yeğlemesiydi. M.S. 1000 yılı öncesinde, "Şeytanla birlikte görüldüğü" dedikodusundan dolayı hiç kimse öldürülmüş değildi. İnsanlar birbirlerini cadı olmakla  yada doğa üstü güçlere sahip olmakla suçluyorlardı. Ama otoriteler onları sistemli bir şekilde kovalmıyor ve itirafa zorlamıyorlardı.

Canon Episcopi


Aslında katolik kilisesi M.S. 1000 yıllarından önce "havada uçan cadı" gibi şeylerin var olmadığını ısrarla belirtmiş, böyle şeylerin gerçekten meydana geldiğine  inanmayı yasaklamıştı. Bu görüşte "Canon Episcopi" denilen bir belge ile düzenlenmişti. Ancak bu belgenin hükümleri bir kaç yüzyıl sonra tersine çevrildi; 1480'den sonra artık havada uçma olaylarının meydana gelmediğine inanılması yasaklandı. 1000 yıllarında cadıların süpürgeye binmelerini şeytan ürettiği bir imge diye savunan kilise, beş yüzyıl sonra bunun bir imge olduğunu savunanların şeytan ile birlikte olduğunu ileri sürmeye başlamıştı.

Gerçek bir cadı uçabilirdi. Bu saptandıktan sonra itirafta bulunan cadıyı Sabbat'ta (cadılar toplantısı) bulunan öteki insanlar hakkında sorguya çekmek şart oluyordu.

Devam edecek...

5 Ağustos 2011 Cuma

Rasputin IV


Yusupov bir süre sonra Rasputin'in yanına inerek ölüp ölmediğini kontrol etmek istedi. Tam bu sırada Rasputin gözlerini açarak bakışlarını Yusupov'a dikti ve "Felix Felix" diye bağırdı. Aynı zamanda da Yusupov'a sarılmış var gücüyle sıkmaya başlamıştı. Bir canlı ceset ile boğuştuğunu fark eden Felix Yusupov dehşet içinde kalmıştı; bütün gücünü toplayıp Rasputin'in kollarından kurtuldu. Adam da hırıltılar içinde yere yığıldı. Elinde Prens'in apoleti kalmıştı.

Yusupov çılgın gibi kendini merdivenlere attı ve yukarı çıkarken Purişkeviç'e seslendi "Koşun yetişin hala yaşıyor..." Sonra çalışma odasına girerek Maklakov'un kendine verdiği lastik copu aldı ve Purişkeviç ile birlikte aşağı indiler. Aşağıda gördükleri manzara herkesi donduracak kadar ürkütücüydü. Rasputin arkasında kanlı izler bırakarak kapıya kadar sürünmüş aslında kilitli olması gerken kapıyı açarak avluya kadar sürünmüştü. Purişkeviç onun arkasından koştu. Rasputin sokağa doğru ilerliyordu. Bu nedenle tabacasının çekti ve titreyen ellerle iyice nişan almaya çalıştı ve başladı ateş etmeye. İlk iki atış boşa gitmişti ama son iki atışta Rasputin karların üzerine yığıldı. Purişkeviç Rasputin'in yanına geldi ve karlar kızıla dönene kadar kafasını tekmelemeye başladı buna rağmen Rasputin hala eliyle karları kazıyordu.

Puruşkeviç geri döndükten sonra Yusupov'u lavaboda buldu ve ona "Sakin ol dostum herifi öldürdüm her şey bitti dedi..." Ama Yusupov onu duymuyor gibiydi. Birden bire copu alarak hala kıpırdanan Rasputin'e koştu ve var gücüyle vurmaya başladı. Tabanca sesine koşan bir polis ile uşak zor ayrıdı.

Durumu toparlamaya çalışan Purişkeviç polis memurna yaklaşarak durumu kapamaya çalıştı. Memura kendisinin miletvekili, diğer kişinin de Prens olduğunu söyledi ve vatan hainini öldürdüklerini söyledi. Ancak polis söz dinlemedi ve rapor edeceğini söylerek uzaklaştı.

Grandük ve Purişkeviç, Rasputin'in ellerini bağlayarak cesesi eski bir perdeye sarıp arabaya koydular hızla Neva nehrine gittiler ve cesedi su almak için açılan deliklerden birine attılar.
Bunlar olup biterken Prens kendine gelmiş ve başına nelerin gelebileceğini kavramıştı. Silah kullanılmış ve sesi duyulmuştu ortalık kan içindeydi ve bir polis maktulü görmüştü. Sonunda köpeklerinden birini öldürdü ve Rasputin'in kanlı izlerinde sürükletti ve öldüğü yerde bıraktı. Ancak bu çözüm inandırıcı olmadı, polis raporunu vermişti. Ertesi günü Çariçe, Rasputin'in Prens Yusupov ve Grandük Dimitri tarafından pusuya düşürüldüğünü öğrendi. Çariçe hemen Çar'a haber verdi.

Polis Rasputin'in cesedini 19 Aralık günü buzların arasında buldu. Otopside suya atıldığında henüz ölmediği ortaya çıktı. Ölmeden önce ellerini çözmeyi başarmış fakat boğularak ölümüştü. 21 Aralık günü Kraliyet Sarayı'nın bahçesinde toprağa verildi. Cenazede sadece Çariçe, çocukları, Anna Vyurubova ve bir kaç subay vardı.

Rasputin'in öldürülmesinden iki ay sonra devrim hareketi Rusya'daki İmparatorluğu silip süpürdü. 23 Mart 1917 günü başlarında Duma Meclisi Miletvekilleri olan bir grup Bolşevik bir tören ile Rasputin'i mezarından çıkartarak Pargolava ormanında yakarak sembolik bir öç aldı.

KATİLLER VE AKİBETLERİ


Prens Felix Yusupov... 27 yıllık yaşamı boyunca devlet işlerine çok az bir ilgi göstermiş Avrupa sosyetesi mensuplarıyla lüks ve seks içinde düşüp kalkmış homoseksüel eğilimli bir kişiydi. Ayrıca Rusya'nın en büyük miraslarından birinin varisi olduğu için ne I. Dünya Savaşındaki yoksulluk ne de Rasputin'in konumu onu maddi yönden etkiliyordu. 1916 yılının aralık ayında tuhaf bir şey oldu ve Yusupov Rusya'nın kurtarıcı olma hayaline yakalandı. Çar'ın, ailesinin ve milettin tek kurtuluşunun Rasputin'in ölmesinde olduğunu düşünüyordu. Bir plan yaparak kendine yardım edecek adayları toplamaya başladı. Bunlardan ilki Çar'ın büyük kızıyla evlendirilmek istenen Dük Dimitri idi. Diğerleri sağ görüşlü siyasetçi Purişkeviç, Yüzbaşı Skotin ve Doktor Lazovert'ti.


Dük Dimitri


Daha başlagınçta bu beş adam planlarının güvenliği sağlayamadılar ve çevrelerine gereksiz bilgi verdiler. Bu durumda Rasputin'in haber aldığı su götürmezdi. Rasputin'i uyardıkları halde Prens onu ikna etmeyi başardı.

Yusupov ve arkadaşları beklentilerin aksine az ceza aldılar. Hepsi Kraliyet ailesine yakındı ve aldıkları cezalar da onların "Ekim Devrimi"nden kurtulmalarını sağladı. Prens Yusupov Kırım'daki malikanesine sürgüne gönderildi devrim sırasında ülkeden kaçtı. Grandük, Çar'ın ailesi öldürülürken İran sınırındaydı o da kaçmayı başardı. Purişkeviç, Sukoton ve Lazovert ceza almadılar iç savaş sırasında tifüsden öldükleri sanılıyor.


- Son -

22 Temmuz 2011 Cuma

Rasputin III


Rasputin'in uzaktan hastayı iyileştirmesiyle ünü daha da pekişti. Çar ve Çariçe mektuplarında ondan "Dostumuz" olarak bahsediyorlardı. Ayrıca önemli devlet işlerinde  de Rasputin'in tavsiyelerine uyulmaya başlanmıştı. Ne var ki Rasputin'in güçlenen konumuna karşı diğer taraftan düşmanları da artıyordu. Sol ve sağ görüşlü siyasiler, radikaller, tutucular, kızgın kocalar ve taciz edilmiş kadınlar kin beliyorlardı. Sonunda nefret şiddete dönüştü. Rasputin Pokrovskoye'de karnından bıçaklandı. Bir kadın evlenme vaadiyle Rasputin ile beraber olmuş ama bu vaad gerçekleşmemişti.

1 Ağustos 1914'te Rusya, Almanya'ya karşı savaşa girdi. Bu durum sarayda Rasputin'in etkisini azalttı. Çar onun savaş karşıtı görüşlerine katılmıyor, vaazlarını dinlemiyordu. Hatta Çariçe bile onunla görüşemeyecek kadar meşgul olduğunu söylüyordu. Ne var ki 1915 yılında kader sarsılan ününü kurtarma fırsatı verdi. Çariçe'nin yakın arkadaşı Anna Vyrubova bir tren kazasında ciddi bir biçimde yaralandı. Kafatası ve omuriliği zedelenmiş, bir bacağı ezilmiş diğeri ise kırılmıştı. Doktorlar geceyi sağ atlatamayacağını söylüyordu. Kadının ısrarı üzerine çağrılan Rasputin hastanede Çar ve Çariçe ile tekrar bir araya geldi. Rasputin bir kez daha umutsuzluğun ortasında umut vaadediyordu. Dua etti ve odayı terk ederken Çar'a "Yaşayacak ama sakat kalacak" dedi. Gerçekten de yaşadı ve herkesten uzun süre yaşadı. (1964'te öldü)

Artık Rasputin'in etkisi güçleniyordu. 1915'te Çar cepheye giderken yetkiyi karısına bıraktı. Çariçe'de Rasputin'in tavsiyelerine başvurdu, oğlunu ve arkadaşını kurtaran biri ülkesini de kurtarabilirdi. Rasputin zamanla yetenekli devlet adamlarını tasviye etti. 1916 kışında Rasputin sarayda pek çok değişiklik yaptı. Savaş taraftarları onun barışçı tutumunun hoş karşılamıyor, onu Almanya doğumlu Çariçe'yi ve Almanya'yı tutmakla suçluyorlardı. Bu nefret büyüdükçe devrimcileri de harekete geçiriyor ve sayıları giderek artıyordu. Rasputin'in hem Çariçe ile dört kızının ve Anna Vyrubova'nın sevgilisi olduğu yönünde söylentiler vardı. Çar'ın da Rasputin'in seks partileri ve şeytana tapma ayinlerine katıldığı söyleniyordu. Bu söylentilere herkes inanmaktaydı. Rasputin'in cinsel zayıflığı onun sonunu hazırladı.


KORKUNÇ BİR CİNAYET


Prens Yusupov ve eşi Düşes İrina


Beş kafadar Rasputin'i Prens Yusupov'un sarayında öldürmeyi planlamışlardı. Prensin sarayı Molka nehrinin yanındaydı. Kalın duvarları, bodrumlarıyla adam öldürmek için uygun bir ortam hazırlıyordu. Ne var ki işe girişmeden önce mahzenlerden birini bir salona dönüştürmek gerekiyordu, rutubetli mehzen hemen düzenlendi.

Komployu hazırlayanlar, 16 Aralık 1916 günü gece yarısına doğru buluştular. Lazovert Şöför elbisesi giymişti, Yusupov dolaptan zehiri çıkardı ve masaya içinde 6 tane pasta bulunan bir tabak koydu. Bu pastalardan üçü krem glase ile örtülüydü diğer üçü ise krem şokolalıydı. Bir yanlışlık olmasın diye sadece pembe pastalara zehir karıştırılacaktı. Doktor Lazovert potasyum siyanidi toz haline getirdi ve pastaların bir katına zehiri serpti. Pastalara karıştırlan zehir miktarı bir kaç kişiyi rahatlıkla öldürecek kadar fazlaydı. Bir miktar zehirde Rasputin'in en sevdiği Maderia şarabına karıştırıldı.

Yusupov hazırlıklar tamamlanınca Rasputin'in evine gitti. Rasputin her zamankinin aksine özenle giyinmişti. Kapıyı çekerek çıktılar. İçeri girince müziğin sesini duydular. Yusupov'un arkadaşları özellikle gürültü çıkartıyorlardı zira Rasputin'i evde kadınlarında olduğuna inandırmaları gerekiyordu. Yusupov "Aniden karımın arkadaşları geldi onları göndermeye uğraşıyor nerdeyse giderler. Onlar gidene kadar çay içelim" dedi. Ama Rasputin istemedi ve salonda kanapeye yerleşti.

Rasputin hiç birşeyden şüphelenmemiş gibi görünüyordu. Kendisinin ölmesini isteyenlerin çokluğundan bahsetti. "Ben onlardan korkmuyorum çünkü şimdiye kadar Tanrı beni hep korudu bana el kaldıranların sonu hep kötü oldu" dedi.

Bir süre sonra çay istedi. Yusupov servis yaparken pasta tabağını da uzattı başta istemeyen Rasputin sonra arka arkaya iki pasta yedi. Bu arada zehirli şaraptan da içmişti. Yusupov hayretler içindeydi zehir tesir etmemişti.

Bir kaç bardak daha içtikten sonra elini boğazına götürdü. Yusupov neyi olduğunu sorunca Rasputin'in " Hiç bir şeyim yok " diye cevap verdi. Vakit ilerlemişti bu süre zarfında Yusupov nazik ev sahipliğini sürdürmüştü şarap ve pasta ikram etmeye devam etmişti. Yukarıda bekleyen suç ortakları endişelenmeye başlamışlardı. Gürültüler artınca Yusupov " Bir gidip bakayım"  dedi ve Rasputpn'in yanından ayrıldı. Grandük Dimitri, Purikeviç ve Sukotin merakla bekliyorlardı. Yusupov onlara zehirin etki etmediğini söyledi. Sonunda tabanca ile işini bitirmeye karar verdiler.

Rasputin uyuklar vaziyetteydi. Yusupov Rasputin'e iyi olup olmadığını sordu "Bir bardak şarap içersem iyi gelir" dedi. Gerçekten de bir bardak daha şarap içen Rasputin birden daha iyi oldu. Sabırsızlanmaya başlayan Yusupov tabancayı eline alarak Rasputin'i sırtından vurdu. Hemen ışıkları söndürüp Prens'in çalışma odasına çıktılar. Purişkeviç'in planına göre Doktor Lazovert Rasputin'in elbiselerini giyip sarayı terk edecketi. Böylece Rasputin'i takip eden gizli servis onun Yusupov'un sarayında öldüğünü öğrenemeyecekti. Elbiseleri yok ettikten sonra Rasputin'in cesedini nehre atacaklardı.

Devam edecek...

15 Temmuz 2011 Cuma

Rasputin II


Rasputin'in Çarkoeselo'daki Kraliyet Sarayı'nı ziyareti tam bir yıl sonra gerçekleşti. Çar, Rasputin'in gizemci yada vaazcı yönüyle ilgilenmiyordu. Daha çok onun içtenlik dolu konuşmalarını ve köy yaşamı hakkındaki bilgisini önemsiyordu. Oysa Rasputin'in Çariçe ile ilişkisi çok farklıydı. Çariçe Aleksandra Rasputin'in ruhani tavırlarından etkileniyordu ve sarayda verdiği vaazları dikkatle dinliyordu.

Çar ve ailesi

Çariçe Almanya'da doğmuş, İngiltere Kraliçesi Victoria'nın yanında  büyümüş bir soylu, Essen-Darmstadt Prensesi'ydi. Dolaysıyla Rus Çarlığının yaşam tarzına ve geleneklerine bir türlü alışamamıştı. Dört kız çocuk doğurmuş ama bir erkek varis dünyaya getirememişti. Bu yüzden mutsuzluğu had safhadaydı. Başarısızlık ve umutsuzluk duygusu öylesine artmıştı ki Düşes Militsa'nın himayesindeki kişilerden medet umar hale gelmişti.

Nihayet 1904'te Çariçe bir erkek çocuk dünyaya getirdi Çareviç Aleksi. Ama ailenin ve halkın sevinci kısa sürdü. Doğumundan 6 hafta sonra çocuğun hemofili hastası olduğu anlaşılmıştı. Bu, kanın pıhtılaşmasını sağlayan maddenin eksikliğinden kaynaklanan bir hastalıktı. Kısacası çocuk yaşamı boyunca tehlike altındaydı. Çünkü en ufak kesik, bere yada burun kanaması durdurulamayan kan anlamına geliyordu.

1907'de Rasputin Çareviç'in sağlığı ile ilgilenen gruba katıldı ve kısa zamanda en önemli üyesi oldu. Bunu sağlayan, 3.5 yaşına gelmiş Aleksi'nin bir gün düşüp iç kanama geçirmesiydi. Çocuk çok acı çekiyor, doktorların çabası yetersiz kalıyordu. Bunun üzerine umutsuzluğa düşen anne-baba son çare olarak Rasputin'e danıştılar. Rasputin sadece yatağın başında dua ederek bunu atlatmasın sağlayarak doktorların yapamadığını yapmıştı.

Çariçe ve oğlu Aleksi


Artık ok yaydan çıkmıştı. İki yıl boyunca sarayda içkiler Rasputin'in şerefine içildi. Din çevreleri ve soylu kadınlar ona koşarken, diğerleri hediye ve paralarla saraydaki nüfuzunu satın almaya çalışıyorlardı. Ama o sadece hiçlik duygusunu ve seks güdüsünü tatmin etmeyi amaçlıyordu. Başkaları ise onun ahlaksılığından rahatsız oluyordu. Dini ortamlarda yürüttüğü çılgın toplantılar, saraydaki nüfuzuna karşılık seks yapma, duayla cinleri kovma seasında bir rahibeye tecavüz etme gibi söylentiler etrafta açıkca konuşuluyordu. 1911 yılının Mart ayında bazı St. Petersburg gazetelerinde Rasputin'i eleştiren yazılar çıkmaya başladı. Önceden kendisine hayran olan bazı kimseler de bu yazılar üzerine Rasputin' karşı olmaya başladı.

Bu kritik anda Rasputin bir kez daha kutsal topraklara gitme kararı aldı. Ama bu yolculuk pek bir şey değiştirmedi düşmanları hala saraydaki konumuna karşıydılar. Ne var ki Çariçe Rasputin'den vazgeçemiyordu. Sonunda 1912'de Çar'ın danışmanları sarayının itibarın zedelediği konusunda Çar'ı ikna etmeyi başardılar. Çariçe Rasputin'i savunduysa da köyüne dönmek zorunda kaldı.

1912 Ekimini Çar ailesi o zaman Çarlık toprağı olan Polonya'da geçiriyorlardı. Hava güzeldi, Çariçe bile bütün sıkıtılarından kurtulmuşa benziyordu. Ancak Aleksi'nin başına gelen talihsiz kaza bir anda tüm mutluluğu yerle bir etti. Kayıktan çıkmak isterken ayağı kayan 8 yaşındaki çocuk çok sert bir şekilde düşmüştü. Başta önemsiz gibi görünse de durum ciddiydi, çocuk iç kanama geçiyordu. Doktorlar çaresi kalmıştı, çocuk acıdan kıvranıyordu.

Sonunda bir umut kalmayınca Rasputin'i çağırmaya karar verdiler. Hemen telgraf çekildi. Yanıt çabuk geldi; Rasputin'in telgrafında "Tanrı gözyaşlarını gördü ve dualarını duydu. Üzülme çocuk ölmeyecek, doktorların onunla fazla uğraşmasına izin verme" yazılıydı. Bu telgrafın alınmasından kısa süre Aleksi iyileşti.

Devam edecek...

1 Temmuz 2011 Cuma

Rasputin I

RASPUTIN




Rus Çarı II. Nikola, günlüğünün 1 Kasım 1905 tarihli bölümünde şunları yazmıştı: "Tanrının, Tobolsk bölgesinden gelen Gregori adındaki elçisini kabul etmemiz gerekiyor..."

O anda Nikola dahil hiç kimse, bu "tanrı elçisini"nin gelecek on yıl içinde kraliyet ailesinin hem kurtuluşunu hem de çöküşünü hazırlayacağını; Çar'ın biricik oğlunu iyileştireceğini ve yine Çar'ın tacını yitirmesine yol açacağını bilemezdi.

Tobolsk bölgesinden gelen bu adam, Nikola ve ailesi tarafından "Gregori Yefimoviç" adıyla çağrılıyordu; tarihte ise daha çok "Rasputin" adıyla tanındı. Gregori Yefimoviç Rasputin,1870 yılında Moskova'nın 2000 km. doğusunda, Sibirya'nın Pokrovskoye kasabasında doğmuştu. Doğum tarihi bile net olmayan bu adamın gerçek adı konusunda da bazı şüpheler vardı. Ailenin soyadı olan Rasputin'in söz konusu olan kasabanın eski adından geldiği sanılıyordu.  Palkino Rasputye "Bir yol ayrımı" demekti. Ne var ki Rasputin'i eleştirenler ve ondan nefret edenler, Rusça "baştan çıkarılmış" anlamına gelen rasputine sözcüğüyle olan benzerliği onu kötülemek için kullanmakta geri kalmamışlardı.

Rasputin'in gençliği ile ilgili kayda değer bir bilgi yok ancak onun manevi güçlerinin ortaya çıkmasına ilişkin pek çok öykü anlatılıyordu. Oysa St. Petersburg halkının tanıdığı genç Rasputin hakkında daha çok şey biliniyordu. Bir arabacı olarak sürekli gezen Rasputin'in gençliği kadınların peşinden koşmakla geçmiş ve bir iki hırsızlık olayından dolayı yargılanmıştı. Rasputin'in dine olan düşkünlüğü ise ahlaksız yaşamı ile taban tabana zıttı.

1890'da Rasputin biraz uslanmış evlenerek o yılın sonunda bir oğul sahibi olmuştu. Ama evdeki sakinliği uzun sürmedi, bir sonraki yıl Yunanistan'ın Athos dağındaki ünlü manastıra dinsel amaçlı bir ziyaret yapmaya karar verdi. Üç bin km'lik yolu üç ayda yürümüş, dönmeden önce de Kutsal Topraklara bir ziyaret yapmıştı. Bu yolculuk sonunda inanılmaz derecede değişen Rasputin'in manastırdaki deneyimleri sonucunda bir rahip olamayacağı ancak tanrının ondan vaaz vermesini istediği yargısına varmıştı. Bu yüzden, memleketi Pokrovskoye'de bir tür bağımsız vaazci olarak dolaşmaya başladı.

1900 yılında gelindiğinde, Rasputin Sibirya'nın her yanında hastaları iyileştirme gücüyle ve kutsal yazıları yorumlamasıyla tanınıyordu. Çok az okuma yazma bilmesine rağmen yöredeki pek çok öteki din adamlarından belirgin bir biçimde ayrılmasını sağlayan bir çekiciliği vardı. Orta boylu ama güçlü bir adamdı. Saçı sakalı uzun ve dağınıktı. Ama gözleri onun özel biri olmasını sağlıyordu. Bugün de fotoğraflarında açıkca görülen koyu mavi derin bakışlı gözleri insanları sersemleten bir etkiye sahipti. (Aynı etki Hitler'de de mevcuttu)

Rasputin, 1903 yılında St. Peterburg'a geldi, kilise yetkilileri ünün biliyorlardı. Beş ay kaldığı bu şehirde önde gelen papazlarla ve dinbilimcilerle tanıştı. İki yıl sonra geri döndüğünde de Rasputin saray çevrelerinde görülmeye başladı. St. Peterburg sosyetesi bu tuhaf Sibiryalı'yı hemen pek çok çoğu Düşes Militsa tarafından keşfedilmiş olan ruhçular, gizemciler sınıfına dahil etti. Militsa'nın kocası Dük Nikola'da Rasputin'in hasta köpeğini iyileştirmesi ile hayranları arasına katıldı.

1905 yılının nisan ayına gelindiğinde gizli polis bile bu kutsal adamın yaptıklarıyla ilgilenmeye başladı. Sonunda 1 Kasım 1905'te Dük Nikola'nın malikanesinde Çar II. Nikola ile tanıştırıldığında Rasputin'in yükselişi pekişmiş oldu.  


Devam edecek...

27 Mayıs 2011 Cuma

Dionysos

Değer verdiğim bir arkadaşımın isteği üzerine  :)

 Hermes ve bebek Dionysos - Praksiteles

Dionysos, Bakkhos olarak da adlandırılan ve Roma’nın eski italik tanrılarından Liber Pater ile özdeşleştirilmiş olan klasik dönemde bağ, şarap ve mistik vecd tanrısıdır. Efsanesi karışıktır çünkü yalnız Yunanistan’dan değil komşu ülkelerden de alınan çeşitli unsurlarla kendi içinde birleşir.

Dionysos Zeus ile Semele’nin (Kadmos ve Harmonia’nın kızı) oğludur Bu durumda Apollon, Hermes, Artemis gibi ikinci kuşak Olymposlu’lardandır. Zeus’un sevgilisi Semele ondan kendisine tüm gücüyle görünmesini diledi. Semele’nin hatırını kırmayan Zeus bunu yerine getirdi, ancak aşığının çevresinin saran şimşeklerin görüntüsüne dayanamadı ve yıldırıma çarpılarak öldü. Zeus Semele’nin karnında taşıdığı henüz 6 aylık bebeğini hemen çıkardı ve kalçasına dikti. Süresi dolduğunda çocuğu tam şeklini almış olarak oradan çıkardı. Bu çocuk küçük Dionysos’tu yani iki kere doğan tanrıydı (Dionysos Yunanca etimolojik olrak iki kere doğan anlamına gelmektedir). Çocuk Hermes’e emanet edildi. Hermes de onu büyütmeleri için Orkhomenos kralı Athamas ile karsı İno’ya verdi. Zeus’un kıskanç karısı Hera’nın hışmından korunması için çocuğa kız elbiseleri giydirmelerini söyledi. Ne var ki Hera buna kanmadı İno ve Athamas’ı delirtti. Zeus bu kez çocuğu Afrika’daki Nysa adlı ülkeye gönderdi ve büyütmeleri için nymphalara verdi. Zeus bu kez Hera’nın onu tanımaması için oğlağa dönüştürdü. Bu epizot kültün önemli figürü oğlağı açıklamaktadır ayrıca Nysa adı Dionysos adının az çok bir etimolojisini vermektedir.

Ergenlik çağına gelen Dionysos üzümü ve ondan nasıl yaralanacağını keşfetti. Ama, Hera onu delirtti, Dionysos delirmiş bir halde Mısır ile Suriye arasında dolaşmaya başladı. Böylece Asya kıyılarını aşarak Phrygia’ya ulaşır, orada Tanrıça Kybele tarafından kabul edildi. Kybele onu arındırarak kendi kültünün ritleri hakkında bilgilendirirdi ve böylece delilikten kurtuldu. Trakya’ya giden Dionysos kral Lykourgos tarafından kötü karşılandı. Lykourgos tanrıyı hapsetmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Çünkü Dionysos kendisine denizde bir barınak veren Nereus kızı Thetis’in yanına kaçtı. Bu sefer Lykourgos delirdi, Dionysos’un kutsal bitkisi asma kütüğünü kestiğini sanarak kendi kendi bacağını, oğlunun ellerini ve ayaklarını kesti. Aklı başına geldiğinde ülkesinin lanetlendiği gördü. Kahin bu lanetin kalkması için Dionysos’un öfkesinin yatışması gerektiğini bunun da Lykourgos’un öldürülmesi ile olacağını söyledi. Halk Lykourgos’un ellerini bacaklarını dört ata bağlayıp kopartmak suretiyle kahinin sözünü yerine getirdi.

Daha sonra Dionysos ölüler ülkesine gidip annesi Semele’i bulmak ister. Dipsiz bir göl olan buradan kestirme hadese gittiğine inanılan Lerne gölünün yanına gelir. Yolu bilmediği için Prosymnos adında birine yolu sormak zorunda kalır. O da bu hizmetine karşılık dönüşte kendisini ödüllendirmesini istedi. Tanrı bunu kabul ettiyse de bunu yerine getiremedi çünkü tekrar yeryüzüne çıktığında Prsymnos ölmüştü. Ancak bunun yerine mezarına özel bir sopa saplayarak sözünü yerine getirmeye çalıştı. Hades’ten annesini bırakmasını istedi Hades ise sevdiği bir şeyi ona verirse bırakacağını söyledi Bunun üzerine en gözde bitkilerinden mersini bıraktı.

Şarap ve ilham tanrısı olan Dionysos’un şerefine tantanalı geçit alayları düzenlenirdi. Bu geçit alaylarında bereket ve toprak cinleri maskelerle canlandırılmış olarak yer alırlardı. Bu kortejler daha düzenli bir şekil altında tiyatro (komedi, tragedya ve satirik dram) temsillerinin doğmasına yol açmıştır.

Roma’da Dionysos mysterleri aşırı serbestlikleri orgiastik karakterleri nedeniyle taraftar topladı. Roma senatosu İ.Ö. 186’da Bakkhanalların kutlanmasını yasakladı. Böylece gizli bir din haline dönüştü.


Bacchus - Caravaggio

14 Nisan 2011 Perşembe

Naziler Atlantis'in Peşinde III

Ahnenerbe'nin Amblemi


1939 yılında Schafer bu geziden döndüğünde, Nazi siyasetinde işler ciddiye binmeye başlamıştı. Bunun yansımaları Ahnenerbe içinde görülüyordu. Willigut, içkiye düşkünlüğü ve giderek çılgınlaşan fikirleri ile utanç kaynağı olmaya başlamıştı. Willigut'un 1924 yılında kendisine şizofren teşhisi konduğu ve Himmler ile tanışmadan bir kaç yıl önce akıl hastahanesinden çıktığı  anlaşıldı.

Sonunda Himmler onu emekli etmekten başka çare bulamadı. Gittiği yerde ölene kadar iyi bakıldı. Otto Rahn'ın sonu daha kötü oldu. Himmler'e Rahn'ın homoseksüel ilişkisi olduğu söylendi. Nazi Almanya'sında homoseksüellik toplama kampına sadece gidiş bileti ile cezalandırılan bir suçtu. Himmler ona bu gerçeği Dachau'da çalışmaya yollarka hatırlattı. Daha sonra da Rahn Himmler'e adını temize çıkarmasını yazmasına rağmen, Himmler "Artık seni koruyamam" cevabını verdi. SS tarafından onurlu sayılan bir davranışla Rahn 1939 kışında intihar etti.

Savaş çıktığı zaman, Ahnenerbe çok farklı bir organizsazyon haline geldi. Garip huyları ve sabit fikirleri olanlar azaldı, görevi ciddi arkeologlar devraldı. İşin garip yanı araştırmacılar politik baskılardan uzak rahat bir şekilde işlerine devam edebiliyorlardı. Ancak bu arkeolojinin politik anlamda kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Polonya ve Rusya'da bulunan tarihöncesi çanak çömleklerin Alman kökenli olduğunun söylenmesi bir rastlantı değil. Üstlerinde gamalı haç bulunan eski kapların arkeolojik kazılarını gösteren filmler yapıldı. Bu, Almanlar'ın doğudaki eski yurtlarına dönmelerinin, onların kaderi ve hakları olduğunun yönündeki argümanlara kaynaklık etti.

Savaşın sonunda Ahnenerbe arkeologlarının çoğu kariyerlerine devam ettiler ve Almanya çapında önemli professörler oldular.

1920'lerde Himmler'in hayal dünyasına ilham veren fikirler şimdilerde yine moda oldu. Atlantis'ten söz eden kitaplar listelerde hemen yükseliyor, sıklıkla Atlantis olduğu iddia edilen kalıntıların bulunduğu haberleri geliyor. Bunların çoğu da Mısır'dan Mayalar'a kadar tüm eski uygarlıkların kaynağı olduğu iddia ediliyor.

Irksal unsur söz konusu olmasa da dayanak noktası aynı, Mısırlılar ve Orta Amerikalılar tek başlarına böyle bir medeniyet geliştirmiş olamazlar, mutlaka onlara süper insanlar yardım etmiştir. İşte Himmler'in fikirlerini benzeri...


- SON -

31 Mart 2011 Perşembe

Naziler Atlantis'in Peşinde II


"Toten kopf" yüzüğü

Weisthor, Himmler'e Almanlar'ın bilinmeyen kutsal yerlerini gösterir, bunları sembollerle açıklardı. Ona ayrıca kıdemli SS subayların ve evli üyelerinin taktıkları  gümüş "toten kopf" yüzüğünün yapım işi de verilmişti. Yüzüğün dış kısmında 4 adet özel anlamı olan Germen harfi, ortada ise bir kuru kafa vardı. Amaç SS'leri bir koruma ekibinden ziyade bir şövalye birliği yaratmaktı. Ancak bu planları gerçekleştirmek için bir kale gerekiyordu ki Willigut tarafından sağlanan bilgilerle Wewelburg Ortaçağ kalesi bulundu. Willigut'a göre bu kale doğaüstü ve uğurlu gücün sembolu üçgen şeklindeydi ve Almanya'nın kalbinde (Orta Almanya'da) Externsteine'ye çok yakın bir bölgedeydi. Himmler'in SS asaleti ile ilgili fantezilerinini kökleri Naziler'in "kan ve toprak" idealine dayanıyordu. Buna göre Almanlar ayak bastıkları toprağa tarih ve ırk yoluyla bağlıydılar.Yeni bir soylu Alman ırkı yaratmak için Himmler'in onlara bir de tarih yaratması gerekiyordu.

Wewelburg Kalesi


Himmler'in arkeolojiye müthiş bir ilgisi vardı. Genelde utangaç olmasına rağmen arkeolojik kazılar sırasında çekilmiş binlerce fotoğraf ve filmi bulunmaktadır. 1935 yılında bu takıntı Ahnenerbe'nin (geçmişe ait miras) yaratılmasıyla kendini gösterdi. Ahnenerbe dünya üzerindeki Alman arkeolojik seferlerine fon yaratılması için ek bir kaynaktı.

1934 yılında Gabriel Winkler Berlin'de Willigut'un asistanı olarak çalıştığı sıralarda, sıradışı bir kitap ile karşılaştı. 28 yaşındaki Otto Rahn tarafından yazılmış kitap, The Crusade Against The Grail (Kutsal Kase Seferi) adını taşıyordu. Oldukça kalın olan bu kitap, Ortaçağ'da eski Alman inanışlarına sahip Alman şövalyelerinden söz ediyordu. Bunlar aynı zamanda Güney Fransa'da, Pireneler'deki şatolarında bulunan kutsal kasenin de korucularıydı. Kitabı nedeniyle Rahn, Berlin'e çağrıldı ve grubun bir parçası oldu. Bu grubun içindeyken Rahn kutsal kase ile ilgili araştırmalarını sürdürdü. Ancak onu bulup Almanya'ya getirmek için yolculuğa çıkmadı. Bunula birlikte Rahn başka gezilere katıldı. En önemlilerinden biri Kuzey Kutbu'na yapılan yolculuktur. İzlanda ve Grönland'da Ariler'i bulmak için araştırmalar yaptılar ancak bir bulgu elde edemediler.

Himmler'e 1938 yılında Ernst Schafer adında bir gencin Tibet'e keşfe gideceğinin bilgisi geldiğinde, hemen genç adamla temasa geçildi. Himmler ona yardım etmek için İngiliz Dışişleri bakanıyla görüştü ve izin sağladı.

 Schafer Tibet'te




Savaşın sonunda Schafer Amerikalıların yürüttüğü sorgulamada, Himmler'in kendisinden Buzul Çağı'nın muhtemelen dağılmış Ari  kalıntılarını araştırmasını istediğini belittti. Ancak kendisi daha çok vahşi yaşamla ilgileniyordu, yanına Tibetlilerin ırksal özelliklerini araştırmak için antropolog Bruno Beger'i de almıştı. Bütün ekip SS üyelerinden oluşuyordu.

17 Şubat 2011 Perşembe

Naziler Atlantis'in Peşinde I


Heinrich Himmler


Müttefikler 1945 yılında Heinrich Himmler’in özel kütüphanesini ele geçirdiklerinde gizli bir kitap koleksiyonu ile karşılaştılar. Bunların arasında Ernst Höbiger’in The World Ice History adlı bir kitabın kopyası da bulunuyordu. Kitapta yazar uzaydan gelen bir süper ırkın eski Atlastis adasına yerleştiği iddiası yer alıyordu. Höbiger’e göre bu süper ırk burada çok ileri bir uygarlık kurdu. Bu uygarlık buzul tabakalarının ilerlemesiyle yer değiştirdi ve dünyanın çeşitleri yerlerine dağıldı. Yunanlılara ve Mısırlılara uygarlığı öğretende onlardı. Himmler tüm bunlara inanmakla kalmadı Atlantislilerin torunlarının en mükemmel bireylerinin Almanya’da yaşadıklarına kesin gözüyle bakmaya başladı. Diğerleri ise dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlardı. Onun görüşüne göre bunlar süper insanlar olan Ariler’di. Nazi devleti içinde en korkulan organizasyon olan SS’leri yaratırken Himmler'in hayal dünyasını besleyen bu düşüncelerdi.

 
Himmler’in kütüphanesindeki diğer kitapların arasında Hörbiger’in kitabını bir kenara bırakmak kolay olabilir ama bu teorilerin doğru olduğunu kanıtlamak için yaptıklarına bakınca hayli şaşırtıcı olduğu görülüyor. Öyle ki muhtemelen dağılmış ana ırkın ve Atlantis’in ırksal ve arkeolojik kalıntılarını bulmak için İzlanda, Grönland, Orta Amerika ve Tibet’e kadar keşif heyetleri gönderdi.


Himmler’in bu konulardaki gurusu, Herbert Wiligut adındaki bir Avustralyalıydı. 80’lerin sonlarında Himmler’in eski yardımcısı Karl Wollf onun hakkında “Avusturya ordusunda albaydı. Bizden (SS) Weisthor takma adını aldı. Thor Alman tanrısı, weis ise akıllı insanların ailesinden geldiği anlamına geliyordu. Ve o Hıristiyanlık öncesi inançları canlandırmaktan sorumluydu. Yaşamın misyonunu, bilgi ve tecrübelerini bin yıllık Almanya hükümetini gelecekteki koruyucusu ve seçilmiş kişileri olacak SS’e geçmek olarak gördü.” demiştir.
Wiligut yada Weisthor’a resmi bir görev verildi. Böyle bir pozisyonun nedeni Wiligut’un tarihöncesi zamanlara dayanan Alman filozoflarının soyundan gelenlerin sonuncusu olduğunu iddia etmesiydi. Ayrıca binlerce yıl önce soyunun yaşadıklarını ve tarihini hatırlamasına yarayan üstün bir hafızası olduğunu ileri sürüyordu.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Gamalı Haç



İnanmak güç olsa da gamalı haç (swastika) Naziler'in tekeline girmeden önce, bir zamanlar iyi şansın simgesiydi. Sanskritçe'de "su"  (iyi) ve "asti" (olmak) kelimelerinden geliyor ve geçmişi binlerce yıl öncesinde insanların kuzey yıldızı çevresinde hareket eden Büyük Ayı takım yıldızını farkettikleri zamana kadar uzanıyor.





Hint Formu

Bu hareketin planı yılda dört kez çıkarıldığında gamalı haç şekli oluşuyordu. Bu simge mevsimlerin değişiminin işareti sayılıyordu.

Günümüzde eski gamalı haç simgeleri dünyanın pekçok köşesinde bulunabilir. Filistin'de, 2000 yıllık yahudi tapınaklarında bile yer almakta; Dalay Lama'nın tahtının süslüyor, Hint Şans tanrısı Ganeşe'yı simgeliyor... 

Hindistan'da bazı İngiliz kolonileri gamalı haçı büyülü bir şans olarak batıya getirdiler. 19. yüzyılın sonlarından, Nazilerin yükselişe geçtiği 1930'lu yıllara kadar gamalı haç "Şanslı Haç" olarak biliniyordu. Poker fişlerini, tebrik kartlarını ve yiyecek paketlerini süslüyordu. 1917 yılında tutuklu Rus Çar ailesi şans getirmesi için bir kumaşa gamalı haç işareti işlemişlerdi. Ancak bazı insanlar saat yelkovanı yönündeki versiyonun ölümü ve kara büyüyü simgelediğini düşünüyor. Gerçekten de kara büyücü Aleister Crowley, Hitler'in gamalı haçı kendisinden çaldığını ileri sürmüştür.



Ani Kalesinde kullanılan formu


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails